Atlantik’in dibinde bir kitap var. Anlatacağım, işte onun öyküsü. Belki nasıl sonuçlandığını biliyorsunuz:

O tarihte gazeteler yazdı, bazı yapıtlarda da belirtildi: 14 Nisan 1912’yi 15 Nisan 1912’ye bağlayan gece, Titanic gemisi, Newfoundland açıklarında battığında, en ünlü kurbanlarından biri de, İranlı bilge ozan, gök bilimci Ömer Hayyam’ın Rubaiyat’ının el yazması tek örneği idi. Bu deniz faciasından söz edecek değilim.

Benden başkaları, felaketi dolar ile değerlendirdiler, benden başkaları, ölülerin ve son sözlerinin dökümünü, yapılması gerektiği gibi yaptılar. Aradan altı yıl geçmiş olmasına karşın, layık olmadığım halde bir ara sahibi bulunduğum o deriden ve mürekkepten olma varlık, daha hala kafama takılıyor. Onu, doğduğu Asya topraklarından söküp alan ben değil miyim?

Ben, yani Benjamin O. Lesage. Onu Titanic gemisine bindiren ben değil miyim? Bin yıllık güzergâhını değiştiren, çağımın küstahlığı değilse, nedir?

O günden beri, dünya her gün biraz daha kana ve karanlığa bulandı. Bana gelince, artık hayat gülümsemiyor. Anıların sesini dinlemek, saf bir ümit beslemek, “onu yarın bulacaklar” hayalini kurmak için, insanlardan uzaklaştım. Altın kutusunun içinde, denizin derinliklerinden çıkacak, kaderine yeni bir macera eklenecek diyordum.

Parmaklar ona dokunabilir, onu açabilir, içine dalabilir, gözler aşama aşama serüvenini izleyebilirdi. Keşfedecekleri: şairin kendisi olurdu ve onun ilk dizeleri, ilk aşkları, ilk korkuları! Ve de Haşhaşilerin mezhebi!

Sonra, boz ve zümrüt rengi bir resmin karşısında, kuşkuyla dururlardı. Resmin üzerinde ne tarih, ne de imza! Sadece coşkulu ya da bezgin şu sözler var:
“Semerkant, dünyanın güneşe dönük en güzel yüzü.”

Semerkant, Amin Maalouf