Yüzü sarıydı, katıydı. Soluğu sıklaşmıştı. Sırtını karyolaya yaslayıp bir süre muşambayı kestiği yerdeki yıpranmış, renkleri koyulaşmış tahtalara baktı. Yıllar önce kim bilir nereden, nasıl getirip çakılmışlardı buraya.

Bir dağda, ormanda tahtacı kadınlar biçmiştir. Erkeklerinin baltalarla, bıçkılarla devirdiği, budadığı, kabuklarını soyduğu, gölgede kurutulmuş kocaman çam kütüklerinden kim bilir hangi dağın, belki de Sabuncubeli ormanlarının bir boşluğunda, yazları, erkekler ormanda ya da keçi kılından dokunmuş çadırlarda esnerken, uyurken, keçilerin yayılmayı bırakıp koyu gölgelerde yattığı sıcak öğle sonlarında bile ağır şalvarları, işlemeli, sarılı kırmızılı karalı yün yelekleri, etekleriyle, başları pullu boncuklu ak yazmalarla sarılmış, ara sıra alınlarının terini silip ‘Gız Zeeeneep, su getir su!’ diye bağırdıklarında çadırdan çıkan küçük bir kızın bir yanına eğilerek getirdiği testiden -ardıçtan ya da çamdan uzun keskilerle, bıçaklarla oyulmuş, içindeki serin suya oyulduğu ağacın kokusu sinmiş geniş ağızlı kulpsuz testiden- memelerinin gerdiği yeleklerine çenelerinden damlata damlata su içen yanık yüzlü tahtacı kadınların güneş vurdukça parlayan, kızgın, keskin bıçkılarla tekdüze bir uyumda, usanmadan biçtikleri bu tahtalar katır sırtında, insan sırtında dağın eteğindeki yola taşınıp iri öküzler koşulu kağnılara yüklenmiş, ağır ağır, kağnılar gıcırdaya gıcırdaya, inişlerde boyunduruğun çökerttiği kalın boyunlarını dikleştiren öküzler yokuşlarda övendireyle sağrılarından dürtüle dürtüle kasabaya getirilip Kurşunlu Han’daki kereste ambarlarına indirilmiş, sonraları Malik Ağa yeni konağını yaptırırken bunları pazarlıkla, arada gözdağı vererek ucuza kapatıp ya da yapı ustasına aldırıp buraya getirmişti belki yüz yirmi beş yıl önce.

Eğildi; tahtaları bıçakla oymaya başladı. Konak yapıldığından beri tahta güvelerinin geceleri çıtır çıtır kemirdikleri, kalın muşambalar döşenmeden önce ayaklarla, terliklerle, nalınlarla, süpürgelerle aşınan, çoğu erkeklerin fırsat buldukça çimdikledikleri, sıkıştırdıkları, kimi gönüllü kimi zorla odalardan birine kapayıp yatağa yıktıkları uzun süre kullandıktan sonra biraz çeyiz verip yoksul bir yakınlarıyla ya da bir başkasıyla everdikleri genç beslemelerin haftada bir keçeleri, kilimleri, halıları, minderleri kaldırarak, dizleri üstünde emekleyerek, kalçaları sallana sallana yanlarındaki kovalarda ıslattıkları bezlerle, tahta fırçalarıyla ovdukları, sildikleri bu tahtalar içlerine işleyen suyla neredeyse koflaşmışlardı.

Havan elini kullanmadan, ekmek bıçağıyla vurunca, bastırınca kesiliyor, özellikle paslanmış çivi yerleri ufalanıyordu.

Anayurt Oteli, Yusuf Atılgan (Sayfa 106)